Sözlükte “değer, kıymet, iyi, ahlâklı ve cömert olmak” gibi anlamlara gelen keramet kelimesi terim olarak “mümin ve takva sahibi kimselerde ortaya çıkan ve Allah’ın lütfu olan olağanüstü haller” şeklinde tanımlanır.
Kur’an-ı Kerîm’de keramet kavramı doğrudan geçmemekle birlikte, peygamber olmadıkları halde bazı iyi kullar hakkında harikulâde olaylardan söz edilmektedir (el-Kehf, 18/16-26; en-Neml, 27/40). Bu ayetlerden hareketle İslam alimleri, salih kulların kerametini hak olarak görmüşlerdir. Bununla birlikte onlar, kerameti herhangi bir kimsenin velî oluşunun kesin kanıtı olarak kabul etmemişlerdir. Tasavvuf erbabı da kerameti gizlenmesi gereken bir sır olarak görmüşlerdir.
Keramet, keramet sahibinin masum (günahsız ve hatasız) olduğunu veya gaybı bildiğini göstermez. Aksi bir iddia naslarla bağdaşmayan ve itikadî açıdan da tehlikeli sonuçlar doğurabilecek bir durumdur. Çünkü gaybı bilen sadece Allah’tır (el-En ‘âm, 6/59; en-Neml, 27/65; el-Cin, 72/26-27). Öte yandan İslam inancına göre, günah işlemekten uzak kalmak anlamına gelen “ismet” sıfatı, vahyin kontrolünde oldukları için sadece peygamberlere ait bir vasıftır. Dolayısıyla velîler için böyle bir masumiyet söz konusu değildir.
İslam alimleri ve mutasavvıflara göre; en üstün keramet, istikamettir. İstikamet, her halinde şer‘i şerife riayet etmek, güzel ahlak ve doğruluktan ayrılmamaktır. Güzel ahlak, iyilikseverlik, diğerkamlık ve cömertlik gibi vasıflar, mümine verilmiş en üstün özelliklerdir. Kur’ân-ı Kerîm’de, Allah’ın bütün müminlerin dostu / velisi olduğunun vurgulanması (Âl-i İmrân, 3/68), bu hususa bir işaret olarak görülebilir.
Gerek ayetlerde gerekse hadislerde Allah’ın (c.c.) bazı salih kullarına olağanüstü nitelikte lütuflarda bulunduğu ifade edilmektedir. Bu lütuf belli bir zaman ve belli şahıslarla da sınırlı değildir. Bununla birlikte kerâmetin Allah’ın azametinin, lütuf ve kereminin bir delili olduğu ve kerâmet lütfedilen kişilerin olağanüstü sıfatlara sahip kişiler olmadıkları hususu unutulmamalıdır. Ayrıca Allah’ın kudretinde olan bir şeyin, kişilerin iradesinde olduğunu kabul etmek itikadî açıdan da doğru değildir. Hiç şüphe yok ki herkes için temel ölçü, istikamet üzere yaşamaktır. Diğer taraftan, neyin kerâmet sayılıp sayılmayacağı hususunda kesin ve objektif bir ölçü olmadığı için konu, tarihte ve günümüzde daima istismara ve suistimale açık bir konu olmuştur. Unutulmamalıdır ki kişinin olağanüstü olarak değerlendirdiği her hâl, keramet olmayabilir. Dolayısıyla keramet iddialarına değil kişinin istikametine itibar edilmelidir.