ÖLÜM ve SALTANAT...

Başbakanımız ve bütün Erdoğan ailesinin başı sağ olsun - Kimdir hatırlayan dünyaya geldiğinde kulağına okunan ezanı ve giderken kılınacak namazı? Ömür ki bir ezan bitip de bir namaza başlar kadar kısa iken kimdir o bir namazlık saltanatı hatırlayan?

Zinhâr unutulmaya!.. Dünya tamahkâr bir bezirgan; ölümler alır, ölümler satar durmadan. Güzel ölümler, korkunç ölümler, yürek yakan ölümler, kurtuluş olarak görünen ölümler. Ve ardından sagular, yuğlar, mersiyeler, ağıtlar... Sonra gidip varılacak bir büyük duruşma; "O günde birtakım yüzler parıldar; gülen ve sevinen (Abese,38-39)". Kimdir şimdi hatırlayan o günü, ve kimdir o günün devamlı yaklaşmakta olduğunu?!.. Kimdir ölümden bir ibret alır; ve kimdir ölümü bir vuslat bilir? Ölüm mü bir rüya, rüya mı bir dünya?!.. Gelimli gidimli dünya; son ucu ölümlü dünya... İkiz aynanın arka yüzü ve arka yüzünde salt gerçek görünür aynanın. Bunda kırışan yüzler, onda ay parçası olur. Çünkü göğsümüze iliklenen imanların aşk olduğudur ölüm, bir tek aşk, yalnızca aşk... "Bu dünyaya gelen kişi, ahir yine gitse gerek / Misafirdir, vatanına bir gün sefer etse gerek. (Yunus)"

Ölüm, herkese aynı yakınlıkta, herkesten aynı derecede uzak... İstisnası olmayan tek gerçek ve ayrıcalığı olmayan yegâne yolculuk. Acı olduğu kadar mecbur, ürkütücü olduğu kadar alışılmış, aykırı görüldüğü denli doğal ve kovulmak istendiğince kucaklanmış. Hayatla birlikte var, insanla birlikte yok. Zaman... Orada bir mihenk taşı... Zaman... Ölümler ve ölenler kronolojisi...

Zannımca hiç yazılamayacaktır hikâyesi ölümün. Belki de o bizim okuyamadığımız tek ve en gerçek hikâyemizdir de bize bunu bildirmeyen, bir hikmetle bildirmemiştir... Çok şükür ki yaşarken bilmeyiz biz o hikâyeyi ve çok şükür ki inananlar için serim bölümünden elbette daha güzeldir hikâyenin çözüm bölümü.

Ölümün göz yaşı olup yanaklardan süzüldüğü bir an vardır. Renksizdir, ama kalplerde görülür, kokusuzdur ama taze toprakta hissedilir. Evlat, annesinin tabutu başındadır ve yumdukça gözünden mercan dökülür. Kederin cana dokunduğu andır o, ve artık ölümün adı annedir. Ya elini tutmuş veya elinden tutmuşluğunuzu hatırlarsınız o anda. O olmasa olmazdık biz dersiniz; ve var olmamız için o hep var olsun istersiniz.

Anne ki yaşarken hissettiklerimizden ziyadesini hissederiz ölünce. Adı geçtikçe yüreğimizden, kurşun geçti sanırız artık. Gülüşü katı mermerleri yumuşatır, bakışı gönül ülkelerini kuşatır durmadan. Evladına yanarken sevgiyi gergef gergef dokutan da, hayatı sayfa sayfa okutan da onun şefkatli bakışları olmuştur çünkü.

Kitap'ta ayet ayet çoğalan adı Nisâ ve Nûr'dur onun. Hacer'dir; Asiye'dir ve Meryem'dir. Âmine'de Kutlu Nebî'ye süt olmuştur. Somali'de adı açlık, Irak'ta zulüm, Mısır'da çığlıktır, televizyon ekranlarına gözde nem, bakışta acı olarak yansımasına alışmışsınızdır. Bir anadan doğduğunu unutunca medeniyet, elbette medeniyetsiz kalmaya mahkûm olur. Ve medeniyet, anne olmayı şu dünyanın en zor zenaatı haline getirmiştir maalesef.

Çocuğunu yitirmek bir anne için, annesizliği gibidir çocuğun. Vatan sayılır bir ana ve elbette ana, vatan. Kendileri için yaşamaz analar hiç; hiç ağlamazlar kendi acılarına. Başında ağrılı bin bir hasretle her saniye bin canı bir bedende feda ederek ihyaya çalışırlar çocuklarının umutlarını. Yaşı kaç olsa, mevki ve makamı ne olsa!.. Ve çocuk annesini yitirdiğinde çocuksuz kalmış bir anne gibi olur. "Bir evlat pir olsa da / Anaya muhtaç imiş".

Ana ki, lirik bir şiirdir. Şiir okumayı sevenler için bir tabut başında gözyaşı olur adı. Ve huzurda el bağlayanlara bir makamdan değil bir musalladan gülümseyerek bakmaktır saltanat.