Sevgili ile âşık arasında..

-Mevlânâ'dan ilham ile...-İstanbul'da bir âşık yaşardı. Günlerden birinde bir töhmete uğradı, kasdî olmayan bir davranışı suç sayıldı, başına kastedildi ve kaçmağa mecbur oldu. On yıl boyunca yedi iklim dört bucağı dolaştı. Kah çöllere düştü, kah sahralar gezdi.

Zaman akarken ayrılık takatini kesmiş, özlemi arttıkça artmıştı. Kendi kendisine dedi ki, "Sevgilinin hasretine artık tahammülüm kalmadı! Varayım İstanbul'a döneyim, kafir bile olmuşsam yine imana geleyim de sevgilinin ayaklarına kapanayım şöyle yalvarayım: "A gönüller sultanı! İşte canımı senin önüne attım; ister beni bağışlayarak dirilt, isten boynumu vurdur, işte koyun misali boynum. Ey ay yüzlü! Senin önünde kesilip ölmek, başka yerde dirilip sultan olmaktan yeğdir. Ey gönlümün istediği! Sur'a üfürür gibi seslen bana ki yeniden hayat bulayım."

Biçare âşık hazırlandı, İstanbul yollarını tutmak istedi. "Kalbim," diyordu, "kalbim ona aktı, onun kalbi bana mermer olsa da." "İstanbul," diyordu, "benim vatanım orasıdır, çünkü sevgili oradadır." "Sakın gitme! Başından kork!" diyenlere, "Hubbü'l-vatan, mine'l-iman (Vatan sevgisi imandandır)" hadisini okuyordu. "Zincire vurulmaya, zindana atılmaya mı heveslisin?" diyenlere aldırış etmedi. Kendi ayağıyla zindana gider gibi yollara düştü. Önden bir çeken, arkadan bir iten vardı sanki.

Yol... Yol... Çöllerin kumları ipek halılar gibi, çimenlerin yeşilleri kadife döşenmiş yollar gibi geliyor, âşık ilerliyordu. Üsküdar sırtlarına gelip de İstanbul'u görünce heyecanından düşüp bayıldı. Aklı, aşkın sır bahçelerine doğru aşıp gitmişti. Bir kayık tedarik edip İstanbul'a ayak bastığında herkes ona hayret etti. Kimisi "Durma kaç!" diyordu, kimisi "Allah rızası için kendi kanına girme!" diye yalvarıyordu. "Sevgilinin öfkesi dinmedi!" diyenler, "Akıl edip kaçmıştın, ahmak mı oldun?" diyenler... Âşık cevap veriyordu: "Ben susuzluk hastalığına tutulmuş bir hastayım; su beni çekti getirdi, suyun beni öldüreceğini bilsem de şimdi sudan kaçamam. Su içmekten başım ve bedenim şişse de susuzluğum azalmıyor. Geceleri tencere gibi kaynasam, gündüzleri çağlayanlar gibi aksam yine su isterim. Şimdi suya kavuşmaya gelmişim. Su benim sevgilim. Üstelik bir zamanlar onun öfkesinden kaçtığım için de çok pişmanım. Şimdi varın, deyin ona; "Ne kadar öfkeliyse benden çıkarsın öfkesini, benim aşk sarhoşu olan canıma ne istiyorsa yapsın! Şimdi kurban bayramıdır, ben de onun kurbanlığı. Bir kurban ancak bayramda kesilmek için beslenir. Ben bu canımı öyle besledim. Ruhumun haşrı, canımın dirilmesi için nefsimin kurban olması gerek. Hallac, "Öldürün beni, benim ölümümde hayat vardır!" demedi mi? Allah'tan gayrı hey şey ölüp yok olacaktır madem, öleyim ben de, kurban olayım. Kurban olayım ki ölüm, karanlıkta gizli bir bengisudur. Şimdi nilüfer gibi ölümümü suda arayayım ki sevgiliye doğru yürümüş olayım. Susuzluk hastasının ölümü sudan olacak madem, bir can korkusu ile sevgiliden kaçar mıyım artık? Suyun nehirden kaçtığı nerede duyulmuş. Ben o nehirde kendimi yok etmeye gelmişim. Kâsedeki su nehre akınca sıfattan ve addan kurtulup zatı baki kalır. İşte bu yüzden bir zamanlar Sevgili'den kaçtığım için pişmanım. Şimdi kendimi onun güzellik fidanına asmak için gelmişim.

Âşıkın sevgilisine haber verdiler. Herkes merakla bekliyordu; acaba asacak mı, kesecek mi, parçalatacak mı?!.. Sevgilinin kalbine bir merhamet gelmişti oysa. Seher vaktinde şöyle yakardı: "Ey yüce Allah! Ey tek olan, ehad olan Allah!.. O bir suç işlemişti, biz de onu gördük. O merhametimizi bilmeden korkarak kaçtı. Bir korkunun içinde binlerce umut gizlidir. Ben korkmayan bir edepsizi korkuturum ama korkan birini ne diye korkutayım. Soğuk tencere için ateş lazımdır, ama ateşten, kaynayan coşan bir tencereye ne?!.. Korkusuz olanları kabahatleri ile korkutmak nasıl evla ise, korkanları da o korkudan halas etmek öyle evladır. Ben yamacıyım, yamanması gereken yeri yamarım."

Sonunda o âşıkı sevgilinin huzuruna getirdiler. Getirdiler getirmesine de bedeni öyle mecalsiz düşüp bayıldı ki can kuşu kafesinde yoktu sanki. Nedimler nedimeler koştular, yüzüne gül suyu serptiler, buhurlarla tütsülediler. Sevgilisi başucuna vardı, dedi ki: "Ne garip!.. Âşık gönül ateşi ile sevgiliyi arar, fakat sevgiliyi görünce kendini kaybeder!" Sonra o âşıkın kulağına fısıldadı: "Ey âşık! Bak ben geldim. Aç eteğini, doldurmaya altın getirdim. Nefesin kesildiyse ben sana nefes vereyim, gönlün öldüyse ben onu dirilteyim. Ey can, vuslat kapısını açtık, dön geriye, gel bize!.. Bak dilsiz, dudaksız sana o eski sırları söylemekteyim, aç gözünü. Ey Zümrüdüanka Kaf dağından dön aramıza!..

O zavallı âşık sevgilinin elini alnında hissedince yavaş yavaş kendine geldi. Gözlerini açtı, yerinden fırlayıp birkaç kez secdeye kapandı. Sevgili kendisini kabul etti diye şükürler eyledi. Sonra ona yalvarır gibi şöyle dedi: "Ey aşk kıyametinin İsrafil'i!.. Bana ilk şeref armağanı olarak kulağını dudağıma yaklaştır; ta ki sırları başkaları duymasın. Nice zamandır yakarışlarımı duymanı istedim. Her gece senin özleminle uykuya vardım, her sabah seni özleyerek uyandım. Bazı geceler gözüme hiç uyku girmedi. Senden ayrıldığım andan itibaren benim için ne evvel kaldı, ne âhir. Ön de gözümden düştü, son da. Çok aradımsa da sana benzer bir sevgili bulamadım. Varlık sermayem ayrılık ateşiyle yandıktan sonra varlıktan sıyrıldım, senden gayrı bir nesne bilmez oldum. Şimdi hangi diyarda, ne toprakta bir kan lekesi görürsen bil ki o bizim gözümüzden akmıştır. Şimdi söylemekle ağlamak arasında şaşırıp kaldım. Ağlasam söyleyemiyorum, söylesem ağlayamıyorum. Şimdi sen dile ne dilersen, söyleyip şükür mü edeyim, ağlayıp eşiğine inci ve mercanları şükrane mi sunayım?

Âşık bunları söyleyip ağlamaya başlayınca, aşağıdakilerden ve yukarıdakilerden kim varsa bütün İstanbul ağladı, kadın erkek, çocuk ihtiyar birbirine karıştı. O sırada âşık, yeryüzünün gökyüzüne şöyle dediğini duydu: "Eğer kıyameti görmedinse işte gör!."

***

Ey Yüce Sevgili!.. Âşıkını Sen'in ayrılığından yine Sen kurtar! Amin!..