‘’Sevgisiz büyüyen çocuklar’’ üzerine çok düşünmüşümdür. Ta üniversite yıllarından beri. Olaylara bakış tarzımız, etkilenme biçimimiz nedeniyle kimi arkadaşlar çeşitli çözümlemelerde bulunurdu kendince.
İnsan ilişkilerinde genellikle karamsar, melankolik, dayanıksız, alıngan aşırı bağlanma tavırları üzerine yorum yaparken, bunun sebebinin sevgisiz büyütülmemiz olduğu yorumunu yapmıştı bir dostum. Bu yorum üzerine kafamda bir yığın konuşmalar, tartışmalar, değerlendirmeler yapar dururum yıllardır. Boşa koyarım dolmaz, doluya koyarım almaz.
Sevgisiz büyüyen çocuklarla söze girince, üniversite yıllarına gidip oradan yürüyerek bir şeyler söylemek niyetinde değilim.
Anneleri çalıştığı için kiralık/emanet ellerde büyüyen çocuklar da değil konum. Her ne kadar annelerin çalışıyor olmasının çocuklar üzerinde herhangi bir olumsuz etkisi olmadığı yönünde iddialar olsa da kazın ayağının öyle olmadığını hepimiz biliyoruz.
’’Çalışan anneler ve çocukları üzerinde yapılan araştırma bulguları genellikle, annenin çalışmasının çocuğu olumsuz şekilde etkilemediği yönündedir. Araştırmalar her gün işe giden annelerin çocuklarının gelişiminin yavaş olmadığını ve zarar görmediklerini gösterir. Çalışan annelerin çocuklarında herhangi bir gelişimsel sorun bulunamamıştır. Annenin, çocuğun bakımı için önemli bir kaynak olduğu ancak annenin çocuğu ile güçlü bir ilişki oluşturması için 24 saate ihtiyaç olmadığı saptanmıştır.(*) gibi güya bilimsel, beylik laf edenler olsa da, bunun böyle olmadığını hepimiz biliyoruz. Bu cümleleri sarf edenler ‘’çocuklarla kaliteli vakit geçirmek’’ diye sihirli, büyülü bir deyim bulup sarılmışlar dört elle. Her şeye çare oluyor bu. ‘’Kaliteli zaman geçirmek’’ diye bir şey var elbette, bunu inkâr edecek değiliz. Fakat birkaç doğru ile bir yığın yanlış karıştırıldığında o yanlışlar doğruya dönüşmez. Vicdan rahatlatma çabası diyelim.
Bahsedeceğim hikâyede kısmen çalışan bir anne var ise de asıl mesele annenin çalışıyor olması değil. O halde mesele nedir o zaman? Kararını siz verin.
Anne çalışmadığı halde sevgisiz büyüyen çocuklar yok mu? Elbette var. Çocukların sevgisiz büyümesinde tek sebep annenin çalışıyor olması değil elbette.
İnsan, hayatı boyunca, yaptığı görev esnasında ya da sair zamanlarda yaşadığı bazı olayları unutmaz, hafızasında yer eder, derin izler bırakır.
15 yıldan daha uzun bir süre geçti üzerinden. Merkezde bir ilköğretim okulunda okul müdürü olarak görev yapıyorum. Okulumuzun öğrencileri sosyal ve ekonomik yönden zayıf ailelerden geliyor. Şehre başka bölgelerden göçüp gelen ya da köylerden şehre çalışmaya gelen yoksul kimi insanlarla, problemli işsiz ya da düzenli bir işi olmayan ailelerin, boşanmış ailelerin diğer semtlere nispetle çok daha fazla olduğu bir mahalle. Çünkü eski bir yerleşim yeri ve ev kiraları oldukça ucuzdu. Bu aileler de bu yüzden çocuklarını okutmak için mahallemizi tercih ediyorlardı.
İlköğretim okulu olduğu için, şimdiki ilkokulun 1. sınıfından, şimdiki ortaokulun 8. sınıfına kadar öğrenci eğitim görüyor okulumuzda.
Birinci kademeden 2. sınıfları okutan bayan öğretmenimiz yanında küçük bir kız öğrenci ile odama geldi. ‘’Hocam, Sibel hastaymış, karnı ağrıyormuş, eve gitmek istiyor.’’ dedi. Sibel ilkokul ikinci sınıfta bir ağabeyi 4. sınıfta okuyan çok sarışın, çok sevimli, mahzun bir öğrenci. Babaları yakın köylerden birinde bir çiftlikte çalışıyor. Annesi de şehir merkezinde bir lokantada, yanlış hatırlamıyorsam, bulaşık yıkıyor. ‘’Tamam, hocam.’’ deyip hocamızı sınıfına gönderdim. Sibel’i buyur ettim masamın önündeki koltuklardan birine. Hem biraz tanımak hem de derdini dinlemek için sorular sormaya başlamadan önce, kendime bir şey ona da bir meyve suyu söyledim. Bir yandan içeceklerimizi içtik, bir yandan onu dinledim. Ağlamaklı bir şekilde sadece hasta olduğunu, karnının ağrıdığını, eve gitmek istediğini söyledi. Evde kimse olmadığını öğrenince ağabeyini çağırdık 4. Sınıftan. Ağabey de evde kimse olmadığını, evin çok uzak olmadığını, eve kendisi götürürse Sibel'in evde yalnız durabileceğini söyleyince Sibel'i ağabeyi ile birlikte eve gönderdim.
Sibel kızımızla bu vesileyle tanışmış olduk. Fakat bu tanışıklıkla kalmadık, daha sonra çok iyi arkadaş olduk.
Aradan bir süre geçtikten sonra, yine bir gün, Sibel öğretmenine hasta olduğunu eve gitmek istediğini söylemiş, öğretmeni yine bana getirdi.
Kısa bir hoş-beşten sonra ‘’Hadi bir şeyler içelim.’’ dedim. ‘’Ama benim karnım aç, bir şeyler yemem lazım, sen de yer misin kızım?’’ dedim. Önce biraz duraksadı, ısrar edip, istiyorsa bir tost söyleyebileceğimi, birlikte yememizin daha iyi olacağını söyleyince, ‘’ Tamam, olur.’’ dedi. Tostlar ve çaylarımız geldi. Sohbet ve şamata ile çayımızı ve tostlarımızı bitirdik. Ben okuldan, okul işlerinden bahsettim, o da babasının işinden bahsetti: Babasının işinden pek memnun olmadığını, ama mecburen çalıştığını, söyledi; derdi büyüktü Sibel kızımın. Bir hayli dertleştik. Sohbet fıkra-gülmece derken biraz zaman geçtikten sonra, ‘’Kızım karnın ağrıyor mu halâ?’’ dedim. ‘’Yok öğretmenim, geçti.’’ deyince, ‘’Hadi o zaman, eve gitmeye gerek yok, sınıfına gitti de öğretmenin seni merak etmesin.’’ dedim. Sibel koşarak sınıfına gitti ve dersinde devam etti.
O günden sonra teneffüslerde bahçeye çıkıp Sibel'i bulup yanıma çağırıyordum. Arkadaşları ile birlikte merdivende ayaküstü sohbetler yapıyoruz, bazı teneffüslerde de o odama geliyor, ‘’Nasılsın? Ne yapıyorsun öğretmenim? ‘’ deyip hal-hatır soruyordu.
Yine bir gün ders esnasında, öğretmen Sibel’le birlikte odama geldi. Sibel’i biraz kapının önünde bekletip ‘’Müdür Bey, Sibel yanınıza gelmek için bahaneler uyduruyor, hastalığı kullanıyor.’’ dedi. ‘’Biliyorum hocam.’’ dedim. ‘’Doğrudur, ama bir süre sonra nasıl olsa bırakır.’’ dedikten sonra Sibel'i içeri çağırdık, öğretmenimiz sınıfına döndü.
Sohbete başladık. Çok dertliydi yine babasının işinden yana. Patronunun babasına hem bağırıp-çağırıp hakaret ettiğini, hem de kimi zaman parasını hiç vermediğini, bazen de eksik verdiğini anlattı. Babasının işi bıraktığını ya da bırakacağını söylemişti. Ben de biraz teselli sözleri söyledim. Babasının bu işin üstesinden gelebileceğini, bu işi bıraksa bile nasıl olsa er-geç başka bir iş bulabileceğini, üzülmemesini söyleyerek ona ümit vermeye çalıştım. Yine yedik içtik. Onu eğlendirmek, dikkatini dağıtmak için masaüstü bilgisayarıma bağlı olan web kamerasını açıp, bazen pencereye doğru tutuyor, bilgisayarın ekranına bakmasını söyleyerek ‘’Bak bakalım, bahçede kimler var?’’ diyordum. Bazen kamerayı kendisine tutunca, bilgisayar ekranında kendisini görüyor, çok mutlu oluyor, gözlerini kısa kısa şen-şakrak gülüyordu. Sibel mutlu olunca ben de çok mutlu oluyordum. Minicik yüreği aydınlatmanın mutluluğu. Kızım Sibel sayesinde.
Günler böylece geçip gidiyordu. Sibel'in hastalığı kalmamıştı. Öğretmeni artık ‘’Sibel hasta, eve gitmek istiyor.’’ diye odama gelmiyordu.
Bir gün bir teneffüs esnasında, Sibel odama geldi. Elinde bir tost, yarısını yemiş. Masamın önünden dolanarak yanıma geldi ve yarısını yediği tostunu ağzıma doğru uzatarak ‘’Hadi sen de ye!’’ dedi. ‘’Sağ ol kızım, ben tokum, sen ye.’’ dediysem de ‘’Öğretmenin bir kere, bir kere, benim için…’’ diye ısrar ediyordu. ‘’Ben de ‘’Peki.’’ deyip bir lokma aldım. ‘’Ooo, ne güzelmiş kızım bu! Teşekkür ederim, sağ ol.’’ deyip memnuniyetimi birkaç kez dile getirdim. Tostu bitmek üzereyken zil çaldı ve Sibel el sallayarak sınıfına doğru hızlı adımlarla yürüdü gitti.
Sibel'in ailesi ucuz bir kira ile eski bir evde yaşıyor. Maddi durumları oldukça kötü. Ailede ekonomik durum zayıf olunca, babasının da huzurla çalışabileceği bir işi olmadığından, aile içinde huzursuzluk kaçınılmaz bir durum. Sibel'in bunca karmaşayı, ağırlığı kaldırmaya ne yaşı, ne yapısı müsaitti. Eziliyordu Sibel. Çok masum, çok mahzundu; küçücük şeylerden mutlu oluyordu, çünkü buna ihtiyacı vardı. Çünkü onu mutlu edecek büyük bir şey yoktu hayatlarında. Aile ortamı böyle Sibel’in.
Anne ve baba sürekli işte. Anne işte ise, anne evde yoksa, anne yok demektir bu. Günün anne-baba ile birlikte olunacak saatlerinde annenin başka işleri var. Sibel'in okuldan geldiği saatlerde, anne saatler sonra eve geliyor. Anne yoksa sevgi yok, sıcaklık yok, sığınak yok, anne-baba yoksa güven yok, güvence yok, korunak yok. Onlar eve geldiklerinde ise bu işlevleri icra edecek derman yok, fer yok.
Bu yüzden Sibel’ler hep yalnız, hep korunaksız. Yürekleri pek kırılgan, dayanaksız, ürkek, tüy gibi naif. Onu yüreğiyle sarıp sarmalayacak anne, dağ gibi arkasında duracak bir baba yok. Baba nasıl dursun dağ gibi. Bir lokma ekmek uğruna, insanlıktan nasipsiz insanlar elinde mecbur, muhtaç, mahkûm ve ezilmiş, posası çıkmış zavallının.
Sibel ile ilgili yaşadığım son bir hikâye ile sözü bağlayalım:
Bir gün elinde bir poşetle odama girerek, masama, benim yanıma geldi. Poşeti masanın üstüne, biraz sol tarafa bıraktı. Poşetin içinden büyükçe bir pet şişeye doldurulmuş bir ayran çıkarıp sağ tarafa koydu. Sonra da poşetten gazete kâğıdından bir paket çıkarıp masanın üstüne, tam ortamıza gelecek şekilde paketi özenle açmaya başladı. Ne Sibel ne de ben hiç konuşmuyoruz Sadece Sibel’i izliyorum. Gazete kâğıdından paketi dört yana açınca içinden ev yapımı börek çıktı. ‘’Öğretmenim, annem yaptı bunu, hadi beraber yiyelim, olur mu? dedi gülümseyerek. ‘’Ooo!...’’ dedim. ‘’Börek çok güzel görünüyor, çok da severim böreği…’’ dedim. ‘’Tamam, o zaman, hadi yiyelim.’’ dedi bu çıtı-pıtı sarı saçlı melek. Sibel gülümsediğinde daima gözleri kısılır, neredeyse mavi gözleri görünmez olur, bu haliyle de daha sevimli olurdu. Börekten bir parça alıp yavaş yavaş yemeye başladık. Böreği evde annesi yapmış Yanına da bir şişe ayran hazırlayarak göndermiş Sibel'i okulda. O da gelip benimle paylaştı yemeğini, sağ olsun.
Sibel’i hiç bırakmadım o okulda görevli olduğum sürece; daima aradım-sordum, kolladım, gözettim; gönlüne, ruhuna destek olmaya çalıştım. İstedim ki, kendini yalnız, garip, sahipsiz hissetmesin. Varlığım güç versin, hiç değilse okuldayken başı sıkıştığında koşup geleceği, sığınacağı bir sığınağı olsun. Belki bunu biraz başardım da sanki.
Ama o da beni hiç bırakmadı. Bu küçücük kuş tüyü yüreği mutlu etme mutluluğunu hep yaşattı bana. Sibel böyle bir çocuk, böyle bir melek, böyle bir huzurdu.
Sonra ayrıldım o okuldan. Bir daha hiç görmedim onu. Aynı okuldan mı mezun oldu, başka bir okula mı gitti hiç bilmiyorum. Belki hâlâ bu şehirde bir yerlerde mutlu-mesut yaşıyor, belki dünya çilehanesindeki çilesini dolduruyordur. Kim bilir?
Garip ve mahzun yürekleri bulup çıkaran, onları kollayan, kol-kanat geren, sevgiyle-merhametle beleyen tüm öğretmenlere selâm olsun.
(*) (http://www.goruspsikoloji.com/makaleler/calisan-anne-ve-cocuk.html)