Sordum sarı çiçeğe...

Her yılki şetaret ve taravetiyle geldi yine bahar... Sümbül kokuları bahçelerden, parklardan, saksılardan sokaklara taşıyor.

Gül "çiçek" demek ya, gül medeniyetinin renkleri ve ıtırları her yanı kaplamış durumda. Kalemler çiçek çiçek mısralar dizmeye; fırçalar, dudağı gül, saçı sümbül güzeller nakşetmeye, gönüller titrek serzenişlerle çarpmaya teşne. Eskiden olsaydı şükufenâmelerin renkleri ve desenleri hayatı doldurur, çiçeklerin dilinden de (lisânü'l-ezhâr) şarkılar söylenir, kitapların arasında kurutulmuş çiğdemler, sümbüller, güller ve menekşeler tazelenirdi. Bu mevsimde en çok duyulan kelimeler buketlerden, demetlerden, destelerden ilham alır, eller buketleri, desteleri, demetleri alıp verirdi. Bu öyle bir mevsim ki, eskiden olsaydı camilerde safların arasına sümbüller, fesleğenler konulur; çarşılarda dükkân ve mağazaların kapılarına güller ve karanfillerden çelenkler bağlanırdı. At nalı şeklinde ve nazar boncuğu gibi...

Baki merhum henüz bir medrese öğrencisi iken o ünlü şiirini böyle bir mevsimde yazmış ve içindeki coşkuyu bir sümbülün hayat dolu neşesiyle örtüştürerek şöyle demişti: "Yine gömgök dere batmış çıka geldi çemene / Nevbahâr erdi deyü verdi haberler sünbül // Beden-i pâki neden böyle olurdu hoş-bû / Olmasa müşg ü gülâb ile muhammer sünbül (Sümbül, yine gömgök tere batmış olarak kırlara çıkageldi de çığlık çığlığa insanlara şu haberi ulaştırdı: 'Gözünüzü açın, ilkbahar geldi!'. Eğer şu sümbülün hamuru misk ve gülsuyu ile yoğrulmuş olmasaydı berrak bedeni nasıl böyle temiz kokabilirdi ki?!..)". Hani bir türkü vardı, "Çiğdem der ki ben âlâyım" diye başlardı da sonra devam ederdi; "Sünbül der ki boyum uzun / Yapraklarım düzüm düzüm / Beni ak gerdana dizin / Benden âlâ çiçek var mı?" Gerçekten de hangi çiçeğin diğerinden âlâ olduğuna karar verilemeyecek bir mevsimdir bu. İlla ki vaktiyle (1736 yılında) Sümbülname mecmuasını hazırlayan ehl-i dil âşık, tercihini sümbülden yana kullanmış ve bize elli civarında sümbül adı sayıp her birerinin resimlerini yapmış, yetinmeyip her biri hakkında bir de kıta bırakmıştır. Şimdi Topkapı Sarayı'nda korunan bu kitaba göre bağları bahçeleri dolduran sümbüller, Laciverdî taş, necm-i muallak (asılmış yıldız kümesi), sünbül-i ham-der-ham (büklüm büklüm), humâr-ı mestân (ayıkmak üzere olan sarhoş), şâh-ı bahar (bahar sultanı), âvize-i Gülşen (çiçek bahçesinin avizesi), müşk-i perişan (darmadağın olmuş misk), nûrun alâ nur (nur üstüne nur), bûy-ı safa (esenlik ıtırı), dürr-i şehvâr (sultanlara yaraşır inci), ebr-i bahar (bahar bulutu), gök yakut, turre-i nâz (naz perçemi), şems-i ikbâl (talih güneşi) gibi isimlerle pazara çıkarmış.

En son ne vakit bir sümbül yetiştirdiniz diye sormayacağım, hayır, bunu yapmayacağım, çünkü yığınla mazeret bulacaksınız, biliyorum, ama en son ne vakit bir sümbül alıp kokladınız diye sormaktan da kendimi alamayacağım. Bir sümbülü, hani şöyle çocuğunuzun başını okşar gibi avcunuzun ortası ile okşayıp hissetmediyseniz, bahar başkaları için gelmiş demektir. Hele de o sümbülü koklarken yüreğinize Sümbül Sinan'ın ilhamları dokunmadıysa... Yahut Sümbülzade Vehbi Efendi'den birkaç mısra zihninize sökün edip gelmiyorsa... Bence bir sümbülü koklamayı deneyin, belki saraylı Sümbül Ağa size, Sultan İbrahim'in güzel cariyesi Zafire'yi nasıl sevdiğini ve uğruna neler yaptığını anlatır; belki derinlikli şair Nailî Mustafa Efendi, kabrinden başını kaldırıp size Fındıklı Sümbül Dede Dergâhı'nın nasıl yok edildiğini ve na'şının nereye taşındığını fısıldar. Daha da olmadıysa Selim İleri'den bir "Lale ile Sümbül", Beşir Ayvazoğlu'dan bir "Güller Kitabı", Haluk Dursun'dan bir "İstanbul'da Yaşama Sanatı" okuyun; yahut Safiye Erol'un Selimiye mimber çinilerindeki sümbülleri anlatışındaki ihtişamı görün.

Mevsim bahara evriliyor!.. Bence fırsatı kaçırmayın...