Duygularımız oradan oraya savruldu. Üstümüze yoğun bir sis tabakası çöktü.
En vurdumduymaz ya da gelişmelerden kopuk yaşayan birinin bile bu kasvetli havadan etkilenmemek gibi bir şansı yoktu. Siz de bilirsiniz, böylesi yoğun ve kitleleri etkileyen olaylarda nereye kaçarsak kaçalım bilinçaltımız atmosfere yayılan o meşum sinerjiyi aynı bir sünger gibi içine çeker.
Hele bir de memleket meselelerine ilgili, empati yeteneğiniz de gelişkinse, üstüne üstlük bu da yetmiyormuş gibi bir de hassas bir bünyeye sahipseniz ruhsal dengenizi ya da sağlığınızı kaybetmeniz işten bile değil. Ben de -tanıdığım pek çok kişi gibi-, ikisinden birden olacaktım az kaldı…
Bir anda bastıran yirmidört şehit haberi öyle bir sarstı ki, ne yapacağımı şaşırdım. Haberi duyduğum o an, kendimi sokağa atıp “yeter artık kardeşi kardeşe kırdırdığınız” diye bağırasım geldi. Yapmadım tabii ki… Ama bir şey yapmalıydım, bir tepki göstermeliydim… Safımı belirlemeliydim… Bu ruh hâli içindeyken adeta bir refleks hareketi gibi bayrağı aldım ve cama astım. O an, bu güzelim ülkenin canına okuyan teröre tepki göstermenin en belirgin ve anlamlı şekli buydu benim için.
Şimdi bunu yazdım diye şovenist bir tip de sanmayın beni. Hiç değilim. Kendi naçizane bayrak eylemimi yaparken de içimde en ufak bir şoven duygu yoktu. Akan kana “dur” diyen, kirli oyunlara yönelmiş bir isyan ve öfke duygusuydu tek hissettiğim.
Ben bu üzüntüyle başa çıkmaya çalışırken Van’dan deprem haberi geldi ve ikinci bir şok dalgasıyla vurgun yemiş gibi oldum. Ağzımdan ilk dökülen cümle: “Bölge insanı ne kadar bahtsızmış. Bir yanda terör kıskacı, bir yanda deprem..” oldu.
Ve sonra, deprem felaketiyle terör olayları arasında çirkin bağlantılar kuran densiz, insanlıktan ve insaftan yorumlardan haberdar oldum. İşte o an: Teröre tepki olsun diye astığım bayrağıma baktım uzun uzun. Ve… yaşamla ölüm arasında mücadele veren insanları terör örgütünün uzantısı olarak gören; bu çirkin ve bölücü düşünceyi böylesi acı bir felaket gününde sözde milliyetçilik adına, hem de benim bayrağımı alet ederek ifade eden insanları düşündüm. Utandım. Çektim aldım bayrağı oradan. Efelenmek gibi olmasın ama, düşmanımın kafama silah dayasa yaptıramayacağı şeyi sözde dostlarımız yaptırmıştı işte. Benim, saf ve masum “bireysel” eylemimi saldırganlıklarıyla, vicdansızlıklarıyla kirletmişlerdi.
Tamam, kabul ediyorum; bayrağı asarken nasıl tepkisel idiysem kaldırırken de öyleydim. Her iki davranış için de yanlış da diyebilirsiniz, doğru da.... Nereden baktığınıza bağlı. Bana göre ise salt insani bir tepkiydi. Sadece en kısa yoldan duygularımı ifade etmiştim. Hepsi bu kadardı.
Toplumsal tepkiler de benim bu dengesiz ve fevri hareketlerimle örtüşüyordu aslında. Neyse ki ilk saatlerde oradan oraya savrulan kitlesel enerji, zaman geçtikçe dengesini bulmaya başladı. Medyada bile sağduyu baskın çıktı. Çatlak sesler daha az duyulur oldu. Türkiye’nin Batı’sı Doğu’suna aktı. Tam bir gönüllü seferberliğiydi yaşanan.
Bu karanlık haftada seçim yapmamız gereken iki bakış açısıyla karşı karşıyaydık: Ya densiz, çatlak ve kötücül (hatta provokatif) seslere teslim olup aslında zayıf olan tarafa güç verecektik… Ya da bu toplumun genetik kodlarında olan, ırk, dil, din, mezhep ayrımı gözetmeyen birlik ve beraberlik ruhunu öne çıkaracaktık.
Türkiye, karanlığın en koyu olduğu böylesi bir zaman diliminde, birlik ve beraberlik ruhunu, yani toplumsal vicdanını öne çıkarmayı seçti…
Bu seçimiyle de toplumsal bilinçaltımıza şafak vaktinin çok yakın olduğunun sinyalini çaktı.
Hani, “karanlığı yok etmek için ışığı yakmak gerekir” derler ya, işte öyle bir şey…