Miş gibi” paylaşımlar içinde boğuluyoruz!

Her akşam french cefelerde takılıyormuş gibi,

Sürekli trend modadan giyiniyormuş gibi,

Aşkitosuyla her gün kalpcikler yapıyormuş gibi,

Mazlumları, zulüm görenleri dertlenmiş gibi,

Yakınının acı kaybına çok üzülmüş gibi,

Lüks içinde yaşıyormuş gibi,

Hiçbir derdi yokmuş gibi,

Hep eğleniyormuş gibi,

Doğa aşığıymış gibi,

Çok seviyormuş gibi,

Çok başarılıymış gibi,

Çok mutluymuş gibi,

Çok iyi anlamış gibi…

Kendimiz olmaya cesaretimiz yok.

  • Gerçekten sevgimizi haykırmaya, öfkemizi dillendirmeye, hıçkıra hıçkıra ağlamaya, beş kuruşsuz dolaşmaya cesaretimiz yok.

Geriye tek çare kalıyor.

Miş Gibi Olmak…

OBJEKTİFE İMAN!

Hayatımız barbie’nin kurmaca yaşam tarzına, inancımız plastikten meyvelere dönüşmüş!

Ne tadı var, ne dokusu, ne de kokusu…

Görsünler” diye;

Ufka doğru süzülen kuşa uzun uzun bakmayı, fotoğrafını çekme derdiyle uğraşırken kaçırıyoruz.

  • Batan güneşi, mutlulukla koşan çocukları, çayırdaki otlayan hayvanları, doğadaki güzelliği, akan şelaleyi kaçırıyoruz.

Görsünler” diye;

Ramazan’ı iftarlarda tıka basa yemeye,

Kurban’ı et sergilemeye ve kavurma şölenine,

Hac'cı “çok param vardı geldim“ görgüsüzlüğüne dönüştürüyoruz.

Kabe manzaralı otelden namaz kılarken arka planda kabe görününce ne kadar çok like alırsa güya o kadar çok sevabımızı arttırıyoruz.

Bir şekilde kabenin yanına indiğimizde de, sırtımız kabeye, yüzümüz objektife dönük, fotoğraf karesine karşı avuçlarımızı açıp dua ediyoruz.

  • Hz. Yusuf’un hayatına “sabır ve tevekkül” penceresinden bakmak yerine, “Züleyha’nın aşkı” olarak bakan bizden ne beklenir ki?

Sanki bu manzaralar tefekkür için değil, fotoğraflarımıza arka plan olsun diye…

Sanki bu ibadetlerimiz Allah’a kulluk için değil, karelerde yer alalım diye…

Sanki hayatımız yaşamak için değil, tadı tuzu olmasın diye…