Hayatın şifreleri geçmişin karanlık dehlizlerinde gizlidir bazen.. Geçmişle bağını koparan nesillerin yolu karanlık olur.. Üstada sormuşlar biz kimiz diye: “ Kökü mazide olan atiyiz.” demiş. Yani geçmişten geleceğe uzanan bir köprüyüz demek kaba tabirle.
Vakti zamanında, dedem rahmetli, köyün tek okur yazar kişisiymiş. Köyün muhtarı dahil okuma yazma bilen bir Allah’ın kulunun olmadığı devirlerde, dedem köy katipliği yapmış yıllarca, aylarca mektup yollarının gözlendiği, buram buram hasret kokan zamanlarda, asker mektubu yazmış, asker mektuplarını okumuş; insanların resmi evrak işlerini takip etmiş.
Okul-mektep görmeden öğrenmiş okuma yazmayı, kendi kendine, yolda bulduğu kağıtlardan, sağda solda gördüğü yazılardan hareketle sökmüş..
O zamanlar köylerde traktör falan da yok, çiftçilik hayvan gücüyle yapılıyor. Kendi ağzından dinlemiştim, Sabah çift sürmek üzere heybesini tohumunu hazırlar yola koyulurmuş..
Tarlaya vardığında bir evlek(evlik) tohum saçar ve sürmeye başlarmış.. Tam o esnada kafasına bir şey takılırmış yazma ile ilgili. Tabi yanında kağıt kalem de götürürmüş tarlaya giderken.. Öküzleri durdurup, kalem kağıdı eline alarak kafasına takılan konuyu çözmeye çalışırmış..
Öyle miydi, böyle miydi, derken güneş dağın ardını aşıp batıp gidermiş ve saçılan tohumları da kuşlar yermiş.. Ertesi gün yine aynı senaryo...
Oğlum günlerce böyle tarlada tohumu kuşlar yedi diye bana anlatmıştı. Yaptığın işi sağlam yap diye de beni sık sık tembihlerdi.
Bir mektubu iki üç günde yazmayı tamamlardı.. Onun için yazı çok önemliydi.. Bitişik yazı kullanır, harflerin bağlantılarına, yazının hizalamasına çok dikkat ederdi.. Yazı adamın karakteridir derdi..
Biz, babamız yurtdışında olduğundan, terbiyeyi dedemizden, ninemizden aldık.. Rahmetli dedemin bir sandığı vardı, adı yeşil sandık (o yeşil sendik derdi).. Ağaçtan el yapımı,kilitli bir sandıktı.
Önemli gördüğü her şeyini o sandığa koyar, anahtarı kendisinde dururdu. Masası sandalyesi olmadığından, yazma işlerini o sandığın üzerinde yapardı. O sandık dedemin adeta hazinesiydi. Hem masa, hem rahle, hem dolap...
Kur'an okumadan yatmazdı, Kur'anı da o sandığın üzerinde okur, elektrik olmadığı için, sandığın bir köşesine gaz lambasını koyar, onun yardımıyla okurdu. Okuma bitiminde kısa bir dua yapar, hep beraber tüm geçmişlerimize fatiha okuturdu.
Namazını terketmez, evde olduğu zamanlar, er ya da geç camiye cemaate gitmeyi yeğlerdi. Namazın sonundan da olsa yetişmeye çalışırdı. Asla, iş kıyafetiyle camiye gitmez, mutlaka kıyafetini değiştirirdi. Traşını kendisi olurdu. Sakalını temiz tutar ve sürekli tarardı.. Sabır abidesi bir insandı. Hiç acele etmez, yavaş yavaş işlerini kendi başına görür, kimsenin de uzununa kısasına karışmazdı.
Benim okumamı çok istemişti, oku oğlum derdi hep. Elinden geldiğince yardım ederdi bana.
Hiç unutmam, benim üniversite 1. sınıfı bitirip tatile geldiğim gündü, Balıkesir’de bir torununun evinde biraz rahatsız yatıyordu. Ramazan ayının son günleriydi.. Ben de tevafuken uğramıştım oraya..
Şimdilerde olduğu gibi imkanlar yoktu ki, bir şehirden bir şehre gitmek için baya bir çaba sarfetmen lazım. Hele köylü isen yandın demektir. Şehre bir şekilde geliyorsun trenle, otobüsle, amma şehirden köye ulaşmak büyük meseleydi.
İşte tam da öyle bir zamanda, ben Konya’dan köyüme yaz tatiline dönüyordum. Üç dört gün sonra da Bayramdı.
Dede ben köye gidiyorum, okul bitti beraber gidelim dedim.. Oğlum, zaten bayrama 3 gün var.. Sen git biz de geliriz arefe günü dedi. Peki Dede dedim ve ayrıldım..
Akşam köye vardım, yattım.. Sabah kaltığımda, bir minibüsün evimizin önüne geldiğini gördüm. Üzerinde yeşil örtülü bir tabut olduğunu farkettim. İçim cız etmişti. İnsan kalabalığı var.. Gördüm ki, dedeciğim o gece abdest alıp lavabodan çıkarken, ayağı lavabonun eşiğine takılıp düşüyor ve oracıkta hayatını kaybediyor. Yani bir daha görmek nasip olmadı dedemi.
Ama onun bize konuşmalarıyla, hal ve davranışlarıyla verdiği dersleri, kitaplarda bulmak mümkün değildir.
Eski insanlar, fakirdiler, garibandılar, mütevekkildiler, doğru bildiklerini yaşamaya çalışırlardı..
Çok doğaldılar..
Evlerinde akan suları olmasa da, hem ruhları hem bedenleri tertemizdi..
Bizler zenginleştikçe azdık, buldukça daha fazlasını istedik..
Ne gözümüzü ne gönlümüzü doyuramadık. İmkanlarımız arttıkça, mesafeler ortadan kalktıkça, kirlendikçe kirlendik..
Ne dünyamızı ne ahiretimizi mamur edemedik. Bugün de tüm dünya tarifi bile yapılamayan bir virüsle baş edemez hale geldi..
İmtihanımız ağır, akıbetimiz hayrolur inşallah..
Selam ve dua ile…
Not: Bu arada tüm geçmişlerimize ve de dedeciğime bir fatiha gönderirseniz sevinirim.