Nitekim, Milletvekilliği Genel Seçimleri’nde AK Parti’nin elde ettiği (2007’de %46,58, 2011’de %49 oy aldı) seçim başarıları ile 12 Eylül 2010’da yapılan Anayasa Referandumundaki %51 oranındaki “Evet” tercihi, sadece dindarların oylarından oluşuyor değildir. Bunun içinde, kendilerini Cumhuriyet’in “asıl” sahipleri olarak gören siyasi (bürokratik ve askeri dahil) kadrolar tarafından “mağdur” edilen tüm kesimlerin oyları vardır.
2002 yılında, İslamcı gelenekten gelen bir kadro tarafından başlatılan rejim karşıtı politik hareketin kullandığı adalet, özgürlük ve demokrasi gibi evrensel söylemler, Türkiye’deki tüm mağdur kesimlerin oylarını AK Parti’ye vermelerinde etkili olmuştur. Buradan hareketle, AK Parti’nin, Türkiye’deki mağdur kesimlerin (tabii, şimdilik) ortak siyasi çizgisi olduğu söylenebilir.
İşin başında (yani, henüz iktidara talip olma sürecinde), özgürlük, adalet, demokrasi, vb. gibi, insanlık idealine dair evrensel söylemlerle, tüm mağdur kesimlerin ortak sesi olmayı başaran AK Parti’nin, bugün gerçekten bu evrensel ilkelere olan bağlılığı konusunda, ciddi şüpheler ileri
sürülmektedir.
Dini referanslar kullanarak yaptıkları uygulamalar her geçen gün daha da öne çıkmakta olan AK Parti’nin, gerçekte “mağduriyetleri ortadan kaldırmaya” mı yoksa, vaktiyle kendilerini de “mağdur eden otoritenin yerine” mi talip olduğu, fazla uzun olmayan bir gelecekte “kaçınılmaz” olarak ve mutlaka ortaya çıkacaktır…
Başta dindarlar olmak üzere, tüm Cumhuriyet tarihi boyunca, pek çok kesime şu ya da bu ölçüde zulmetmiş olan sözüm ona laik Kemalist anlayışın sahiplerine karşı yürütülmekte olan Ergenekon, Balyoz ve Oda TV davaları gibi konularda, bugün kendileri mağdur konuma düşmüş olanların hesabı görüldükten sonra, sıranın, laik Kemalist anlayışın dindarlar dışında kalan mağdurlarına (yani, bu cephenin AK Parti dışında kalmış bulunan diğer kesimlerine) da gelmeyeceğinden hiç kimsenin garantisi yoktur!
Ancak, iktidarını ve devlet kurumları üzerindeki/içindeki hakimiyetini güçlendirmesine bağlı olarak, zaman içerisinde, diğer mağdur kesimleri dışlama eğilimi daha da belirginleşmekte olan bu hareketin nihai hedefinin, bir “İslami(!)” rejim kurmak olduğu yönündeki iddialar giderek güçlenmektedir. Bu noktada işin en ilginç tarafı ise, hedeflenen İslami rejimin tam olarak ne olduğu ve ne olmadığı konusunda, henüz kendilerinin de bilgi sahibi olmamalarıdır!
İktidar nimetlerine sahip olarak geçen 10 yıllık zaman dilimi içerisinde, Batı medeniyeti karşısında, AK Parti tarafından, referansları İslam dini olan hiçbir “yeni” evrensel anlayışın ortaya konamamış olması, göz ardı edilmemesi gereken fevkalade önemli bir sorundur. Çünkü, yaşam dengelerini büyük ölçüde çağdaş Batı medeniyetinin normları üzerine kurmuş bulunan ve uzun yıllardır buna göre yaşamakta olan Müslüman kitlelere, İslam adına, bu normları aşacak ve insanların yaşamlarına çok daha yüksek standartlar getirebilecek yeni bir yaşam biçimi ve toplum düzeni bugüne kadar önerilebilmiş değildir.
Bu sitede (dogrubakis.net) daha önce yayınlanan, “Müslümanların bir alternatifi olmalı” başlıklı yazıda da anlatıldığı üzere, Müslümanların, kendi dini referanslarından hareketle, bugünkü Batı medeniyetine alternatif olabilecek seviyede yeni bir medeniyet anlayışını ortaya koymaları gerekiyor. Bu yapılamadığı sürece, siyasi ve/veya sosyal alanlarda yapılacak dini referanslı (ve eklektik) uygulamalarla Batı medeniyeti karşısında netice almak mümkün olmayacaktır.
Bu ise, devlet ve toplum düzenini dini referanslara dayandırma iddiasını ileri sürenlerin, (tıpkı Kemalist anlayışta olduğu gibi) giderek halka karşı tutumlarını sertleştirmelerine neden olacaktır. Bunun sonucunda da, kaçınılmaz olarak, öncekilere benzer yeni mağduriyetler ortaya çıkacaktır. Burada, “İslam” devletini bir “hanedan” devletine dönüştüren Emevilerden bu yana, İslam tarihinde bunun çok acı örneklerinin bulunduğu hatırlanmalıdır.
Son üç asırdır tüm dünyada egemen olan materyalist temellere dayalı Batı medeniyetinde, insanın metafizik dünyasının ihmal edilmiş (daha doğrusu “yok” sayılmış) olması, Müslümanlar için fevkalade önemli bir imkan olması gerekirken, ne yazık ki, bu alanda henüz kayda değer bir teori geliştirilebilmiş değildir. Halbuki, en az “maddi” olduğu kadar “metafizik” yönleri de bulunan “insan” merkezli yeni bir medeniyet anlayışı için gerekli olan her türlü metafizik malzeme, hem İslam dininde, hem de Doğu kültürlerinde fazlası ile vardır.
Bütün mesele, insan doğasında bulunan “fiziki” ve “fizik ötesi” özelliklerin birbirlerinin alternatifi değil, birbirlerinden tamamen farklı olduklarının kavranabilmesi ve bunun diğer toplumlara da gösterilmesidir. İnsan zihninin temel fonksiyonlarından “bilmek (düşünmek)” ve “şüphe etmek (sorgulamak)” insan zihninin fiziki alanla ilgili pozitif fonksiyonları iken, “inanmak”, zihnin en temel metafizik işlevidir. Ancak, insan zihninin, “beğenmek” ve “seçmek” gibi, hem fizik hem de metafizik alanlarda etkin olan fonksiyonları da vardır. Bu ise, insani bir medeniyet tasavvuru için, her iki alanın da dikkate alınması gereğine işaret eder.
Ne yapılırsa yapılsın, insan, doğasında bulunan metafizik eğilimlerden ve ihtiyaçlardan arındırılamaz! Tarih boyunca pek çok siyasi ve felsefi sistemde, metafizik alan reddedilmiş olmasına ve Batı medeniyetinin materyalist değerleri de günümüzde tüm insanlığı adeta kuşatmış olmasına rağmen, metafizik özellikler insanlarda var olmaya devam etmektedir.
Tamamen din dışı yöntemler kullanarak, bireyi materyalist yönü ile yücelten Batı medeniyetinin diğer önemli bir handikapı da, toplumu geri plana atmış olmasıdır. Halbuki, bireysel kimlik, belli bir toplumsal ve metafizik ortamda oluşmakta ve buna göre ölçülendirilebilmektedir. Dolayısı ile, Batı medeniyetinin yücelttiği bireyin içinden çıktığı toplumun (ve tabii toplum düzeninin) göz ardı edilmesi, birey için gerekli olan, her bakımdan “güvenli” bir toplumsal ortamın sağlanması noktasında sorunlara neden olmaktadır.
KONVANSİYONEL DÜŞÜNCE YAPISI
Yazının giriş bölümünde, 2002’den bu yana Türkiye’de iktidarda bulunan politikacıların, devlet ve toplum düzeninde dini referans alma niyetleri sorgulanmış, ancak bu kadroların konvansiyonel düşünce yapılarından kaynaklanan sorunlara değinilmemişti. Konvansiyonel sistemlerde sorunlar, sadece bilinen ve mevcut parametreler kullanılarak çözülmeye çalışılır.
Halbuki, çoğu zaman, zaten karşı karşıya bulunulan sorunların nedenleri olan bu “mevcut” ve “bilinen” parametrelerle sorunun çözümü mümkün olmaz! Ancak, bazı durumlarda konvansiyonel çabalarla sorunların (çözümü değil) ertelenmesi mümkün olsa da, ileriki zamanlarda aynı sorunlar (bu defa çok daha büyümüş olarak) yeniden toplumun karşısına çıkar.
Dolayısı ile, karşı karşıya bulunulan sorunların sebepleri ve kaynakları arasında bulunan konvansiyonel parametreler ve metodolojiler aşılmalı ve sorunlara, tamamen yeni parametreler ve metodolojilerle çözümler aranmalıdır. Türkiye’de, gerek iktidardaki ve gerekse muhalefetteki politik kadrolar içinde bu anlamda herhangi bir ümit verici potansiyel görünmemektedir. Bu ise, Türk politikacılarının, hem entelektüel ve hem de psikolojik donanımları bakımlardan insanlık ideali hedefine yürüyecek potansiyele sahip bulunmadıkları anlamına gelir ki, bu da, en başta sorduğumuz sorunun cevabını kolaylaştırmaktadır.
Cumhuriyet rejiminin 80 yıl bolunca mağdur ettiği tüm kesimlerin desteği ile iktidara gelmiş olan AK Parti’deki, siyasi İslam geleneğinden gelen kadroların, adalet, özgürlük ve demokrasi gibi insanlık ideallerini gerçekleştirmeye değil, bugüne kadar ülkedeki birçok kesime zulmetmiş olan laik Kemalist anlayışın yerinetalip oldukları, fazla uzak olmayan gelecekte ortaya çıkacaktır.
Laik Kemalist kadroların Devlet kurumları ve toplum düzeni içerisinde kurumsal kökleri kazındıktan sonra, kuvvetle muhtemeldir ki, kendilerine oy veren diğer mağdurlara dönük yeni bir baskı ve zulüm dönemi başlayacaktır. Türk toplumu için, kısa vadedeki en kuvvetli ihtimal budur.