Önce belirtmek lazım ki, kendi toplumlarının lideri olan insanlar, aynı zamanda birer siyaset adamıdırlar; mesela, Atatürk, Gandi, Mandela, vb. gibi… Ama, politikacı olan insanlar, çoğu zaman toplum lideri özelliklerine sahip olmazlar; mesela, son dönem ABD Başkanları ile Fransa’da Sarkozy ve Almanya’da Merkel gibileri…
Her bakımdan oturmuş ve kendi (yasal ve toplumsal) meşru kuralları içerisinde adaleti temin edebilen, herkese eşit haklar sağlayan ve eşit imkanlar sunabilen gelişmiş toplum düzenlerinde, çoğu zaman, adlarından uzun yıllar söz ettiren yetkin siyaset adamları öne çıkarlar. Bu gibi ülkelerde, Dünyadaki ve kendi ülkelerindeki konjonktürlere bağlı olarak, farklı eğilimlerde (ama son derece yetenekli) siyasetçiler yönetimlere gelir ve giderler.
Gelişmiş toplum düzenlerinde, siyaset adamlarının seçimlerde halkın önüne “aday” olarak çıkabilmeleri, disipliner sistemlere sahip olan gerçek siyasi partiler içerisinde yükselebilmelerine bağlıdır. Bu sistemlerde, seçimlerde rastgele kişiler değil, o günkü konjonktürde toplumsal eğilimleri en fazla temsil ve ifade edebilen en yetenekli adaylar öne çıkar.
Zaman zaman (çeşitli lobilerin destekleri gibi), bazı yapay etkenlere bağlı olarak öne çıkan adayların görülebildiği bu gibi sitemlerde, yeteneksiz birilerinin yönetime gelmeleri de ihtimal dahilindedir. Ancak, gelişmiş ülkelerde, iktidara gelen siyasi kadroları sürekli denetim ve sorgu altında tutabilen toplumsal yapılar yeterince güçlüdür. Bu nedenle, yapay destek ve manipülasyonlarla iktidara gelen yeteneksiz (ya da ahlak anlayışları toplumla örtüşmeyen) siyasi yöneticiler ile bunların atadıkları bürokratların, uzun süre yerlerini koruyabilmeleri hiç de kolay değildir.
Ülke yönetimine kim gelirse gelsin, toplum adına siyasi iktidarları denetleyen, tamamen sivil ya da resmi (parlamento ve yargı sistemi gibi), ama birbirinden bağımsız pek çok denetim mekanizmasının varlığı, toplum için güvence teşkil eder. Burada, eski ABD Başkanlarından, Richard Nixon’ın istifa etmesine yol açan ünlü “Water Gate (1972-1974)” ile Bill Clinton’un, “Monica Lewinsky (1995-1997)” skandaları ve sonrasındaki gelişmeler ilginç örneklerdir.
Bu gibi olayların arka planlarında bazı kasıtlı etkenlerin varlığı, toplumsal denetim mekanizmalarının etkisini ve önemini azaltmaz! Aksine, böyle durumlarda da toplumsal denetim mekanizmalarının kullanılmış olması, sistemin hem güçlü hem de zayıf yanlarını göstermesi bakımından önemlidir.
Geri kalmış toplumlarda ise bunun tam tersi olur ve vasıfsız, ancak nispeten iyi organize olmuş çevrelere menfaat dağıtan politikacılar, toplumun gözünde “büyük adam” konumuna oturtulur. Onun için, gelişmiş toplumların, büyük siyasetçileri, büyük sanatçıları, büyük bilim adamları ve büyük işadamları varken, geri kalmış toplumlarda, sadece kerametleri kendilerinden menkul “büyük adamlar” vardır.
Sürdürülebilir disipliner toplumsal sistemlerin söz konusu olmadığı geri kalmış ülkelerde “lider”ler önemlidir. Ne var ki, toplumların, kendi içlerinden güçlü lider çıkarabilme yetenekleri sınırlıdır. Bu yüzden, geri kalmış ülkelerde liderler tarafından doldurulması gereken yerlerin pek çoğunun, niteliksiz ve zayıf karakterli politikacılar tarafından doldurulması (daha doğrusu “işgal” edilmesi), son derece ciddi bir sorundur…
Liderler, halklarının önünü açan, toplumların ilerlemesinde ivmeyi arttıran fonksiyonları ile, gerçekten insanların gönüllerinde taht kurmakta ve ellerinde iyi işleyen bir sistem olmasa da, toplumların enerjilerini ülke ve insanlık yararına kullanabilmektedirler. Liderlerden sonra iktidara gelen politikacılar ise, ülkede oturmuş ve iyi işleyen bir sitem olmadığından, iktidara geldikten kısa bir süre sonra, kendi koltuklarını ve çıkarlarını koruma kaygısına düşmektedirler.
Politikacılar aslında, tüm yeteneksizlikleri, çıkarcı tutumları ve demagojiden öteye geçmeyen söylemleri ile, sürekli halkın zihnini bulandırarak, sağlıklı toplumsal kararlar için son derece gerekli olan fikir birliğinin oluşmasını engellemektedirler. Usta birer demagog olmaktan öte nitelikleri bulunmayan politikacılar, halkı karşılıklı kamplara bölerek, toplumun yanlarına alabildikleri kesimleri ile, diğer kesimlere karşı, adeta bir savaşın içindedirler. Geri kalmış toplumlarda halkın huzuruna, “siyasi parti” kimliği ile çıkan kuruluşların, aslında, kendi aralarında organize olmuş küçük grupların, toplumdaki benzer diğer gruplara karşı yürüttükleri “menfaat çekişmesi aracı” olmaktan öteye anlamları bulunmamaktadır. Bu ise, insanları sömürmenin ve toplumsal enerjinin uzun yıllar boyunca “yok” edilmesinin en bilinen yollarından biridir.
Bu bakımdan, Mustafa Kemal Atatürk gibi bir “lider”den sonra, ülke yönetimine gelen ve kayda değer hiçbir niteliğine sahip bulunmayan “politikacı”lar, Atatürk’ün vefatından sonra meydana gelen boşluğu doldurmak bir yana, milli birliğini henüz sağlamış olan toplumu, çok kısa bir zaman içinde birbirine düşman kamplara bölmüşlerdir. Ne İnönü, ne Bayar ve ne de diğerleri, halkın gerçek bir lider olan Atatürk’e yönelttiği teveccühleri anlamış ve değerlendirebilmişlerdir.
Geri kalmış ülkelerde iktidarı ele geçiren her kadro, öncelikle kendi zenginlerini yaratmakta, ülke kaynaklarını kullanarak, kendi ekonomik altyapısını sağlama almaktadır. Bu nedenle, bu gibi ülkelerde “siyasi yelpaze” olarak adlandırılan kavramın doğrusunun, aslında “menfaat yelpazesi” olması lazım.
Gelişmesini tamamlayamamış olan toplumlarda, ülke yönetimlerine gelecek politikacıların, aynı zamanda güçlü liderlik niteliklerine de sahip olmaları beklenir. Nitekim, Türk halkının da, her seçim döneminde asıl aradığı “güçlü” bir “lider”dir. Bu nedenle, halkın yıllardır (zaman zaman çok büyük oy oranları ile) teveccüh gösterdiği politikacıların, kısa bir süre sonra “niteliksiz” ve sıradan insanlar oldukları anlaşılıyor; bu nedenle, toplumda sürekli hayal kırıklıkları yaşanıyor.
Gelişmiş ülkelerde olduğu gibi güçlü sistematik toplum düzenlerinin kurulamadığı geri kalmış ülkelerde, iktidara gelen politikacılar, birey olarak, çoğu zaman asla layık olmadıkları (ve hak etmedikleri) mevkileri işgal ederek, toplumların sadece kaynaklarını değil (belki kaynaklardan çok daha önemli olan) zamanlarını da heba etmektedirler.
Geri kalmış toplumların (elbette önce aydınlar olmak üzere), her seçimde “içlerinden güçlü bir liderin çıkmasını bekleyerek”, umutlarını bir sonraki seçime ertelemenin anlamsızlığını kavramaları gerekiyor. Henüz çağdaş toplumsal sistemini kuramayan Türk halkının ise, umutlarını kaç seçim dönemi daha ertelemeyi sürdüreceği ise, merak konusu olmaya devam ediyor…