Türkiye’deki çok bilinen (genel-geçer) anlayışlara mahsus “şablon”larla yapılabilecek yorumlara konu olmamak için, bu yazının, şu ya da bu inanç sistemi ile ilgili olmadığını en başta belirtmek gerekiyor.
Bazı felsefi sistemlerde aksi iddia edilse de, inanmanın, insan yaşamının en temel fenomenlerinden biri olduğu gerçeği değişmiyor… Gerek bireysel olsun gerekse toplumsal olsun, insanların yaşamlarında inanmanın önemi yadsınamaz. İşin en ilginç yanı ise, bir şeye inanmalarında, aklın rolü yok denecek kadar azdır.
İnanç, insanların herhangi bir konuda, bireysel ya da kolektif olarak, akıl üstü/dışı (irrasyonel) güçlü bir kanaat sahibi olmaları durumudur. Ve insanların inandıkları şeyler, onları ayakta ve canlı tutan en temel gerçeklikleridir. Kendilerini ilgilendirsin ya da ilgilendirmesin, yaşadıkları ortamlarda karşılaştıkları her durumla ilgili olarak, insanların tutumlarını belirleyen etkenler, çoğu zaman inandıkları şeylerdir.
Bu nedenle, insanlar için (nedeni ve niçini olmaksızın) inanmak, fevkalade önemli bir husustur. İnsanlar için neye, neden ve nasıl inandıklarından ziyade, bizatihi “inanma durumu”nun kendisidir önemli olan. O nedenledir ki, insanların “en önemli dokunul(a)maz”ları inandıkları şeylerdir. Öyle ki, insanların canına ve malına dokunabilirsiniz, ama inançlarına dokunamazsınız!.. İnsanların inançlarına dokunulduğunda gösterdikleri tepkiler, her zaman diğer konularda gösterilen tepkilerden büyük olmuştur. Nitekim, tarih (dünya üzerindeki hemen tüm toplumlarda), insanların uğruna ölümü göze aldıkları en önemli şeyin inançları olduğuna dair sayısız örneklerle doludur.
İnsanların inandıkları şeylerin, gerçekte “doğru” ya da “yanlış” olmasının hiçbir önemi yoktur! Ve her insan için, zaten inandığı husus her ne ise, o zaten “asla şüphe edilemeyecek” derecede “doğrudur” ve “gerçektir”. O nedenle insanlar, inandıkları herhangi bir şeyin yanlış ya da gerçek olmadığı ileri sürüldüğünde, adeta canlarına kast edilmişçesine sert ve güçlü bir tepkiler verirler.
Herhangi bir şekilde, inançlarının yanlış olduğunu gören (ki bu durumun kabulü fevkalade zordur) insanlar, çok ciddi ruhsal travmalar yaşarlar. Böyle bir durum, o insanlar için adeta, “pusulanın ve rotanın yitirilmesi” gibidir.
Dinler ise, insanların inançlarını disipline eden, aynı durumlara aynı tepkileri vermelerini sağlayan ortak (kolektif) inanç sistemleridir. Farklı din (ya da inanç) mensupları arasında yaşanan çatışmaların ve savaşların temelinde, çoğu zaman birbirlerinin inandıklarını “yalanlama”ları yatar.
Elbette, maddi çıkarlar da, insanları çatışmalara sürükleyen önemli sebeplerdir. Ancak, maddi bir çıkar uğruna canını tehlikeye atan insanlar, hiçbir toplumda “makbul” olarak değerlendirilmezler, hatta aşağılanırlar!.. Buna karşılık, inançları uğruna canlarını tehlikeye atanlar (ve ölenler) azami derecede (mesela şehit ve gazi olarak) yüceltilirler… Bu, “Vatan sevgisi imandandır” Hadis-i Şerifi’nde ifade edildiği üzere, İslam dininde de böyledir.
İnanılan şeyler için mücadele edilmesi ve hatta canın feda edilmesi, toplumların nezdinde böylesine yüceltilince de, çoğu zaman insanlar, maddi bir çıkar için yapacakları mücadeleyi, bir inanç örtüsü altında yürütmektedirler. Bu durum, özellikle ülkeler arasındaki mücadelelerde çok görülen bir husustur. Çoğu zaman üzerinde kavga edilen şey “maddi çıkar” olduğu halde, birbirleri ile mücadele eden taraflar, kendilerini “bir inanç uğruna savaşan asil kimseler” olarak göstermek sureti ile toplumsal destek sağlamaya ve onur sahibi olmaya önem verirler!..
Nitekim, toplum adına ortaya konan birtakım “siyasi idealler (inançlar)” için girişilen kıyasıya mücadelelerin asıl sebepleri de, kahir ekseriyetle dünyevi (çoğu zaman ekonomik) çıkarlardır. Elbette maddi çıkarlar için insanları ölüme sürüklemek, hiçbir zaman hiçbir kimsenin “makul ve muvafık” göreceği bir şey değildir. Bunun içindir ki, maddi ya da siyasi (ama kesinlikle dünyevi olan) çıkarlar için insanları ölüme sürükleyenler, daima (“dini” ya da “siyasi ideal” şeklinde), bir inanç hedefi ortaya koyarlar; ve bu yolda mücadeleye katılıp ölenler “şehit”, kalanlar ise “gazi” olarak, tüm toplum tarafından yüceltilirler.
Hem birey hem de toplum olarak, tüm insanlar için inanmanın böylesine önemli olması sebebiyle, toplum düzenleri kurulurken, insanların inandıkları şeylerle ilgili özel düzenlemeler yapılır. Nitekim, Cumhuriyet’in daha ilk yıllarında Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kurulması (1924, 429 sayılı kanun) da, bu kabilden “öncelikli” bir gereklilik olmuştur.
İnsanların (özellikle de ortak olan) inançlarını göz ardı eden sosyal ve siyasal girişimlerin başarısı, toplum üzerinde baskı aracı olarak kullandıkları güçle orantılı olacaktır. Güç faktörü ortadan kalkınca, toplumlar kendi inanç mecralarına döneceklerdir (Sovyetler Birliği deneyimi bu konuda çok etkileyici bir örnektir) ki, bugün Türkiye’de yaşanan şey de büyük ölçüde budur (Türkiye’de benzer bir süreç 1950′de de yaşanmış ve 1960 askeri darbesi ile kesilmişti).
Türk toplumu ve Türkiye üzerinde hesapları bulunan güç sahipleri, sistemlerini bu toplumun inanç dinamiklerini hesaba katarak kurduklarında çok daha kısa vadede ve çok daha kalıcı neticeler elde edebilmektedirler. Yakın tarihte Türkiye’de olup-bitenlere bir de bu açıdan bakmak ve yaşanmış olan belli başlı hadiseleri buna göre yeni baştan tahlil etmek gerekiyor. İşte o zaman, ülkenin geleceğine dair geleneksel öngörüler de büyük ölçüde değişecek ve Türkiye, kendi toplumsal gerçeklikleri ile çok daha uyumlu yepyeni bir mecraya oturacaktır.
Dünyanın hiçbir ülkesinde inançları yadsıyarak, kalıcı anlamda herhangi bir toplumsal sonuca ulaşma imkanı olamayacağını görmek için, yüksek vasıflı bilim ya da siyaset adamı olmaya gerek yoktur! Mevcut iletişim araçları ile insanların elde etmekte oldukları gündelik bilgilerle bile, bu durumu görmek ve fark etmek kolayca mümkündür.

____________________________________________________
Arkadaşımızın yazılarını aşağıdaki linki tıklayarak takip edebilirsiniz..

http://dogrubakis.net/