On-on bir yaşlarındaydım.
Çarşı Meydanında, koca çınarın karşısında bulunan Altınbaş Ticarethanesinde, okul sonrası yaz tatillerinde çıraklık yapardım.
Vitrinleri siler, bisikletleri dükkânın önüne sıralar, yeni gelen ürünleri raflara yerleştirir, içerisini süpürür, dikiş makinelerinin tozunu alır, gelen müşterileri karşılardım.
Ha bir de patronum Arif Altınbaş’ın, babası Ahmet Amca’dan gizli gizli sigara içtiğinde kapıda gözcülük yapardım.
Her gün mağazanın önüne çıkarıp akşam içeri yerleştirdiğim bisikletlerden birine sahip olmak en büyük hayalimdi.
Pinokyolar, Cobralar, Pançolar, Hüdaverdiler ve daha bir sürü markalar…
Gözüme birini kestirmiştim bile...
Polo markaydı.
Kontra pedal ki o zamanlar çok havalıydı, ortasında vitesi, selesinin arkasında yaslanma yeri olan, kalın lastikli, sarı renkli, Harley Davidson motoru tipinde bir bisikletti.
Amortisörünü geçtim kilometre saati bile vardı.
Tekti ve mağazadaki en pahalı bisiklet de oydu.
İlk yazı para biriktirerek geçirdim.
Haftalıklarımı babama veriyor ama topladığım paralar hayalimdeki bisikleti almaya yetmiyordu.
İkinci yaz ve ilkokulun son senesi yine Arif Abimin dükkanında işe başlamıştım.
Gözüm bisikletlerdeydi.
Evet, Polo bisikletim hala oradaydı.
Mutluydum.
Bir gün babam geldi mağazaya.
Hadi bakalım beğen birini dedi bisikletleri göstererek.
Nasıl heyecanlanmıştım.
İşte, hayalimdeki bisiklet tam karşımda tek başına duruyordu.
Polo benim olacak, dağ bayır istediğim her yere gidebilecektim.
Ama hayır…
Babama o bisikleti istiyorum diyemedim.
Biliyordum çok pahalıydı, almaya paramız yetmezdi.
70’li yıllardı…
O dönem imkanlarımız öyle kısıtlıydı ki çocuk yüreğimle bunu ben bile hissediyordum.
Başımı çevirdim.
Daha düşük ve ucuz modellerden birinin yanına gittim.
Mavi renkli, belden kırmalı, 3 vitesli Kaptan marka bir bisikleti gösterdim.
Kontra değildi.
Kalın lastikli değildi.
Selenin arkasında yaslanma yeri, kilometre saati, amortisörü yoktu.
Olsun, yine de benim olacaktı.
O gün buruk bir sevinçle iş çıkışı Kaptan marka bisikletimi elimde tutarak eve geldim.
Daha mahalleye girişte bütün çocuklar başıma toplandı, hepsi çok beğenmişti.
Sıra bisiklet sürmeyi öğrenmeye gelmişti.
Tepebağlar’da, bizim sokakta bir- iki metre yüksekliğinde üstü açık bir su kanalı geçerdi.
Birkaç saat içinde tam dengede durmayı öğrendim derken nasıl olduğunu anlamadan kanala uçtum bisikletimle.
Başım kanıyordu, dizim yarılmıştı…
Hayallerimden başka kırığım yoktu…
Bisikletimin ise ön lastiği sekiz olmuş, maşası yamulmuş, mavi boyaları dökülmüştü.
Daha ilk günden yepyeni bisikletim mahvolmuştu.
Bisikletçi Musa’ya tamir ettirdik ama ön lastik asla düzelmedi.
Kullanırken lastik başka yöne gidon başka yöne bakıyordu.
Ön maşadaki kaynak izleri kapkara sırıtıyordu.
Her tarafının boyası dökülmüş bisikletimin görüntüsü hiç de yeni bisiklete benzemiyordu.
Yıllarca onu öyle kullandım.
Çocukluğumda hiç yeni bisiklete biniyor duygusu yaşayamadım.
Bugün bile hala o gün “Polo bisikleti” babama neden söylemedim diye hayıflanırım…